Aynanın karşısına geçmiş dudağımın üzerini hadsizce örten esmer tüyleri izliyordum. İşaret parmağımla okşadım. Çocukluğum, avucumda pıt pıt kalbi atan, azıcık elimi gevşetsem uçup gidecek ürkek bir muhabbet kuşu olup burnumla üst dudağımın arasına konmuştu. Muhabbet kuşunu sever gibi dudağımın üst bölgesinde parmağımı gezdirdim. O esmer tüyleri sevdim, sevdim…
Hangi çocuk bayılarak izlemez ki? Her çocuk gibi ben de babamın tıraş oluşunu keyifle seyrederdim. Havlu ve ayna getirmeyi vazife edinmiştim. Babamın jileti dört köşe usturaya yerleştirişi, fırçayı suya batırıp sabunla iyice köpürterek köpüğü sakala fırçayla yayışı, favorilerinden başlayarak sakalını jiletle kazıyışı, cırt cırt ederek kazınan sakalın su tasında silkelenişi, kolonyayla yüzünü yakışı, kanayan kesikleri gazete kağıdıyla kapayışı… Her anı dini bir faaliyetmişçesine aklıma kazındı. Her defasında kendi tıraş oluşumu düşleyerek keyifle, gururla seyreyledim.
Abim bir gün bana: “Tüylerine sakın jilet vurma, yoksa benim gibi bıyığın olur!” demişti. Derler ya bıyığın varsa artık çocuk sayılmazsın. Öyle miydi gerçekten? Üstü başı motor yağıyla kararmış, ustasına 20-21 anahtar uzatan Ahmet’in bıyıkları yoktu ki. Un taşıyan Aziz’in, koyun güden Cemal’in, harç karan Mehmet’in bıyıkları yoktu. Benim bıyıklarım neden olsun ki?
Sabahın dördünde uykuyla vedalaşırdım. Beni her gün uyandırmak için o saatte ayaklanan anamın derdi ne olaydı? Bir ana henüz oyun çağındaki evladını zifiri karanlıkta tek başına sokağa niçin salardı? Çakı gibi ayağa dikilen, dualarla uğurlanan o evlat büyümek için bedeninin en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde sabah uykusundan hangi sebeple mahrum bırakılırdı? Çaresizlikten.
Tatlıcı Mahsum’un dükkanı birkaç sokak aşağımızdaydı. Oraya on dakikada varır, beraberimde getirdiğim tepsimi kaldırıma, dükkan kapısının önüne yakın koyar, geçip kenarda otururdum. Gelen her çocuk aynısını yapar, bu şekilde sırayla tatlı alma düzeni kurulurdu. Tepsiyi ilk bırakan daima ben olurdum. Çünkü tatlısını en erken satıp bitirmek isteyen tepsisini dükkanın önüne ilk bırakan olmalıydı. Çocuklar arasında mertebe atlamanın da yolu buradan geçerdi.
Dükkan önünde gürültü yapmadan bekleşirdik. Önümüzden, sabah namazını kıldırmaya giderken her sabah esneyerek ve de sallanarak yürüyen cami imamı geçerdi. Verdiği selama askeri nizamda “aleyküm selam” diye karşılık verir, yanımızdan uzaklaşınca ardı sıra gülüşürdük.
Mahsum abinin evi aşağı mahalledeydi. O da bizim gibi iş yerine yürüyerek gider gelirdi. Geciktiği de olurdu. O zaman aramızdan iki kişi gönüllü olup evine kadar giderek Mahsum abiyi uykusundan uyandırırlardı. Dükkana gelişiyle beraber canlanırdık. Herkes işin bir ucundan tutarak ona yardımcı olurdu. Aramızdan kıdemliler hamur hazırlarken, öbürleri ocağı yakar, şırayı taşır, zerzevatı yıkarlardı. Az konuşan, nadiren sinirlenen Mahsum abi; bizlere iyi davranır, başımızı okşar, bizleri şakalaşarak severdi. Biz de onu en az yaptığı tatlılar kadar çok severdik.
Halka tatlı, bakır tulumbayla sıkılan hamurun ustalıkla kaynayan yağ kazanına sıkılmasıyla yapılırdı. Bakır şişlerle yağ üzerinde yüzen halkalar ters çevrilir, kızaranlar şıra kazanına bandırılırdı. Mahsum abi, iki türlü tatlı yapardı. Bizim satmamız için yaptığı tek sarım halka tatlılar şıraya bastırılıp hemen çıkartıldığı için tat olarak lokma gibi az tatlı olurdu. Ancak hafif olduğu için tane sayısı artar, biz de ödediğimiz ücretin iki üç kat kârına satardık. Diğeri ise uzayıp giden sarmalıyla nispeten daha kalın ve şırada uzun süre bekletildiği için, hem çok tatlı hem de çok lezzetli olan gerçek halka tatlıydı. Ağzımızın suyu akarak o tatlının şıra kazanında dibe çökmesini izlerdik. Hayal neydi, ne için düşlenirdi? Hayal, ileride bir gün zengin olup o tatlıdan doya doya yiyebilmekti.
Sabah saat altı civarı omzumda bir kilogramlık tatlı tepsisiyle dışarı fırlardım. Sesimi saate göre yükseltirdim. Çığırmanın da bir âdâbı vardı. “Tatlı var, taaatlıııı!” diye bağırmak ayıplanırdı. Pek kibar bulunurdu. Az çirkef olmak istenirdi. Sanki ne sattığımız anlaşılmasın diye ağzımızı iyice gevretirdik. Makbul olan “Daaatli var, daaatliiii!” diye çığırmaktı. Tatlı satan çocuklar örtülü bir anlaşma yapmışçasına birbirinin satış yaptığı sokaklara girmezlerdi. Herkesin satış yaptığı sokaklar sessiz sedasız bölüşülmüştü. Adalet neydi, nasıl kurulurdu? Adalet, tatlı satan çocukların bir kez olsun kavga etmeden kendi nasibini yiyebilmesiydi.
Daimi müşterilerim vardı. Para üstü almak istemeyen cömert insanlar olurdu. Mesela tatlıyı pek seven tonton bir teyze vardı, her seferinde beşer altışar adet halka tatlı alırdı, neşelenirdim. Bir de parasız çocuklar olurdu etrafımda toplaşan, onlarsa endişe kaynağıydı. Beleş almak isterlerdi. Hepsi bir yana asabi, saldırgan kişiler diğer yana. Bir keresinde adamın biri sesimden rahatsız olup bana terlik fırlatmıştı. O sokak, müşteri kaynıyordu. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O sokaktan vazgeçemezdim, vazgeçmedim de. Sokağa girip o eve yaklaştığımda artık mecburen sesimi kısıyordum. Buna rağmen adam rahatsız olmuş, ikinci kattaki evinin penceresinden bana parmak sallayıp tehdit savurmuştu. Korkmuştum. Son halka tatlı satılıp tepsi boşalıncaya dek artık huzurum kalmamıştı.
Sokaklarda tatlı sattığım saatlerde insanlar uyanmaya başlar, evlerde kahvaltı sofraları kurulurdu. Sabahın tenhalığında çay bardaklarına düşürülen çay kaşığının çıkardığı çin çin ses var ya; işte o çay kaşığının bardağa çarparken çıkardığı ses aklımı alırdı. Huzur neydi, nasıl olurdu? Huzur, bir an evvel tatlımı satıp, evimde kardeşlerimle birlikte yenecek o kahvaltı sofrasına yetişebilmekti.
Eve döndüğümde her daim beni bekleyen tandır ekmeği, zeytin, peynir ve çaydan ibaret kahvaltıyı yapıp sırtıma aldığım boya sandığını kaparak çarşıya yürürdüm. Ayakkabı boyacılığı ikinci mesleğimdi. Boya sandığımda badem yağı, Murat boya ve cila ile üç adet fırçam vardı. “Ayna gibi boyarııım!” diye dolaşıp gözüme kestirdiğim insanlara terlik uzatıp “Boyayayım mı abi?” diye soruyordum. Çok boyacı vardı. Oysa üç beş ayakkabı boyasam bana yeterdi. Kışın yağmurda çamurlanan ayakkabıları temizlemek de dertti ama en dertlisi ayakkabıları kurulamaktı. Zemheride ayakkabıları avuçlayıp hohlayarak kurutmaya çalışırdım. Titreyerek boya yapardım. Çok soğuk günlerde yağ tenekesinde tahta yakıp ayakkabıları kurutmaya gayret ederdim. Bu arada ısınmış olurdum. Tebessüm neydi, nasıl olurdu? Tebessüm, ayakkabısını boyadığın bir insanın ayakkabısının boyanmış halini gördüğünde yüzünde beliren memnuniyetti.
Anam beni tembihlerdi. Kazandığım parayla, yettiğince, şimdilerde kimsenin yemediği koyun akciğeri satın alırdım. O akciğerler tencerede kaynatılır, ardından tavada kızartılıp pilava karıştırılırdı. Pek lezzetli olduğu söylenemez ama en azından evimizde et pişmiş olurdu.
Okulda öğleciydim. İş dönüşü ellerimi deterjanla ovsam da kâr etmezdi, öyle bırakır biraz da vazelin sürerdim. Çift ütü attığım giyitlerimi giyer, okula öyle giderdim. Okul benim dinlence evimdi. Kendimi en iyi hissettiğim yerdi. Kendimi ifade edebildiğim, esmer tüylerimin yetişkin gibi davranmaya itmediği istirahatgâhımdı. Dersler kolay gelirdi, dinlemeye doyamazdım. Bitmesin isterdim. Istırap neydi, nasıl olurdu? Istırap, zemheriden ötürü çatlamış, o çatlaklarına kan pıhtısı dolmuş, üstelik siyah ve kahverengi boyayla kararmış ellerimi tırnak kontrolü yapan öğretmene uzatırken başımı önüme eğip görünmez olmayı dilediğim o saniyelerdi.
Coğrafyamızın bize sunduğu konfor bu kadardı. Bugün tarlada biber toplayan çocuk da benim, fırında ekmeği poşetleyen çocuk da ben! Sırtında sandığıyla ayakkabı boyayan, simit satan çocuk var ya o da benim, ben! O çocukların hayali, huzuru, sıkıntıları ve tebessümü var ya; işte o da hepimizin boynuna asılı ağır, fakat tek kelimelik bir dilektir: Hissedin! Çocukları kalbinizle hissedin!
12/09/2020 Seyfi Elçiboğa