Bir çiçeğin vazoda duruşu kadar kırılgan.
Toprağından kopmuş, yerini bulamamış bir kavak ağacı kadar keyifsiz.
Durmadan geldiği toprakları sayıklayan bir divane, bir hırçın…
Kim mi bu?
Benim babam…
2007’de akciğer kanserinden kaybettik onu.
Ömrünün çoğunu Erzurum’da bir köyde geçirmiş, sonra hayat onu büyük şehrin acımasız ellerine atıvermişti.
Bunda annemin erken kaybıyla bizlerin iş için şehre gitmemizin payı vardı elbette.
Bizim şehirde olmamız onu şehre sürüklemişti.
O da zorunlu olarak biz çocuklarının yanına gelmişti.
Sorun da bundan sonra başlıyordu.
***
Anılar, dostlar, komşular her şey ama her şey arkada kalmıştı böylece.
1990’ların ortalarında başlayan bu dönem, 2007’de onu kanserden kaybediş anına kadar sürdü gitti.
O biz oğullarının peşinden, o şehirden bu şehre koştu durdu.
Kâh İzmit’te kâh İzmir’de yaşadı…
Köyünde kendi kökleriyle yaşayan babam bir anda başka toprağa dikilen bir ağaca döndü, mutsuz olmaya başladı.
Başka şehirler, başka evler, buralardaki gelinler, oğullar, geleneksel yaşamın dışına çoktan çıkmış yeni yaşam biçimleri…
Esasta yaşanan bir nevi göçtü.
Hani 1960’larda başlayıp köylerden şehirlere doğru başlayan dalga…
Milyonların evini barkını bırakıp şehirlere koşması başka bir deyişle…
***
Kadere bakın ki dedelerimiz de buna benzer bir durumu 1997 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaşamış, neleri varsa öküz arabasına denk yapıp taa Ankara’nın Polatlı’sına kadar gelmişlerdi. O kaçış başlı başına bir trajedidir ve belki bir gün biri çıkar o uzun yolculuğu anlatır.
Her neyse…
Sonra Rusya’da Ekim Devrimi olunca savaş sonlanıyor ve Polatlı’dan gerisin geri Erzurum’a dönüş başlıyor.
Coğrafya böyle işte, size her seferinde başka bir sürpriz sunuyor.
1960’lardan sonra, savaştan kaçmanın yerini bu kez şehre göç alıyor.
Binlerce insan şehirlerin yolunu tutuyor, kendi evini, yuvasını bırakarak…
Tıpkı çoğumuz gibi, tıpkı babam gibi…
Sonra buna büyük şair Enver Gökçe, “Kendi yurdumda sürgünüm oy!” dizesiyle karşılık veriyor.
***
KÖYÜN AĞASI…
Babam, köyde sözü sohbeti dinlenen, çiftçiliğinin yanında ticaretle de uğraşan biriydi.
Şehirde ise ne onu dinleyen birileri vardı ne de ondan bir şey soran…
Her şey geride kalmıştı; her gün dağdan esen sert rüzgârların sesi susmuş, şırıl şırıl akan dereler kurumuş, her temmuzda çıkılan yaylalar da kalmamıştı artık.
Her şey adeta silinmiş, başka bir dünya kurulmuştu.
Köyde iken evde eksik olmayan, yakın köylerden gelen misafirler de yoktu artık.
Şehirde eve misafir gelebilmesi kurallara bağlıydı, önce ev sahibine haber veriliyor, bir nevi izin isteniyordu.
Böyle bir şey nasıl olabilirdi?
O bu kurallara uymazdı tabii ki; dolaşmaya çıktığında rastladığı bir Erzurumluyu alır en azından bir çay içmeye eve davet eder, eve getirirdi.
Bu yüzden kendini dışarı atar, şehrin kenar semtlerini dolaşır, aradığı sıcaklığı, anılarını bulabileceği bir köylüsünü görmek umudu ona iyi gelirdi.
***
Bir dönem Yeşilyurt’ta otururken daha çok Karabağlar’a gider oradaki parklarda kendisi gibi göçle buralara gelmiş insanlarla buluşurdu.
Yazar Mehmet Atilla Karabağlar’ı anlattığı kitabında böyle bir sahneden söz eder; kitabının yazılış sürecinde, bir parkta yaşlı birini görür yanına oturur, hoş beşten sonra, yaşlı adam birden açılır, konuşacak birini bulmuştur ya.
Oğullarını, gelinlerini, köyündeki komşularına varıncaya dek herkesi anlatır.
Sonunda o kadar kederlenmiştir ki amca başlar ağlamaya…
Galiba Mehmet Atilla babamı görseydi muhtemelen aynı manzarayla karşılaşmış olabilirdi.
Çünkü biz oğulları, gelinleri onun anlam dünyasını dolduramıyor, aynı dili konuşuyor ama aynı şeyleri paylaşamıyorduk.
Ne de olsa, gençliğimizi evin dışında yaşamış; okullarda okumuş, şehrin modern ilişkilerini benimsemiştik sonuç olarak…
***
Hani anlatılır ya Cumhuriyetin kuruluş yıllarında cin gibi olan babalar vardır, ticarete atılır zengin olur diye.
Bir de ikinci tipler vardır dürüst, namuslu, çalıp çırpmaya tenezzül etmeyen bu yüzden de kıt kanaat geçinen örnek babalar…
Benim babam daha çok ikinci tipin yanında durdu. Bilinç haritası köy ortamının sınırlarıyla çizili olmasına karşın, cumhuriyet değerlerini sahiplenmeyi sanki doğal görev saydı.
Bunla beraber yaşanan ülkenin açmazları hepimizde olduğu gibi onda da nice travmalara neden oldu.
Babam bir ara kendi çapında ticaret yaptı; kurban zamanı Erzurum’dan İzmir’e, pek çok kereler Kayseri’ye, sığır götürüp sattı.
Ancak her seferinde aldığı çeklerin yarısı ödenmedi, o da türlü zorlukları yaşadı.
Böyle olunca epey sonra bu ticaret kendiliğinden onun hayatından çıkıverdi.
Sonrası…
Göçebe olmak vardı kaderinde onu yaşadı, bizlerle beraber şehre taşındı.
Bu yüzden kendi ruhsal travmalarını çekerken bizlere belli etmemenin yollarını aramaya çalıştı belki de…
Çoğu zaman mutsuz oldu, bu yüzden kızgın, olan biteni kendi anlam dünyasına yakıştıramayan, böyle olunca da kırılgan, huzuru bulamayan bir baba olarak yaşadı…
Birçok kente dağılmış çocuklarını sevgisinde buluşturmaya çabaladı, herhangi birinin yanında olunca hiçbir yerde olamayan bir babaydı, benimkisi…
***
Şimdi Yeşilyurt’ta, Karabağlar’ın oralarda, ne zaman şapkalı, dünyanın bin bir çilesinin çizgileri yüz hatlarına vurmuş birilerini görsem babamı hatırlarım.
Bu çağın ona ettiği haksızlıklara isyan edesim gelir.
2007’de bir sıcak Ağustos günü onu bu dünyadan ebediyen göndermiştik.
Benim nazarımda bir çiçeğin vazodaki duruşu gibi kırılgandı, sevgi doluydu.
***
Yıllar geçti…
Zaman su gibi aktı gitti.
Babalar gününüz şimdiden kutlu olsun!
KAYNAK: https://www.gazeteyenigun.com.tr/makale/20487900/salim-cetin/babam