YAZAR: NECMETTİN YALÇINKAYA
KİTAP: ON ÇOCUKTUK
Ozan Yayıncılık, 160 sayfa.
Bilinen, okunan yazarlarımızdan Necmettin Yalçınkaya’nın ON ÇOCUKTUK kitabını (nihayet) okuduğumda önce şunu düşündüm:
Yerinde sayanların yanı sıra çok edebiyatçı arkadaşım yerinde saymıyor; okuyor, yazıyor, gelişiyor. Necmettin de hepimize örnek çalışkanlığıyla öykücülüğüne romanı katarak, yazın faaliyetine şiirler ekleyerek, redaktörlüğüyle boş durmuyor, dildeki gelişmeleri üşenmeden takip ederek yazıyor, bilgilendiriyor ilgilenenleri. Boş durmuyor kendini aştıkça aşıyor, gelişiyor.
Gelişkinliğini kendisine saklamıyor. Bilgisini, soran, yardım isteyen tanıdık tanımadık tüm edebiyatçılarla paylaşıyor.
Yine şunu düşündüm ki; yurt dışında hem sosyal, politik yaşamda, hem yazın yaşamında, yazarlar, kitaplar dünyasında ilerletici, ilişkili kaç kişi varız ki? Ben’le birlikte biz diyebilen, birbirini okuyan, önerilerini, eleştirilerini açıkça söyleyebilen, haliyle yazının gelişmesine önayak, hatta toplumsal gelişmenin ivmesi olabilen kimler kaldı ki? Aşkla meşkle, benim evim, bahçem, benim yediğim yemekle oyalanan, yalnızca benim şiirim, yazılarım, yalnızca ben, benlerle oyalayanların yanında sadece gelişen değil, geliştiren arkadaşlarım geleceğin de yazıcıları, sözcüleridir.
Bunları düşünürken birkaç isim aklıma geliverdi. Birbirimizden öğrendiğimiz, birlikte geliştiğimiz arkadaşlarım bunlar. Bunların başında da çalışkan karıncalığıyla Necmettin vardı.
Bu düşüncelerle On Çocuktuk kitabını okumaya başladım. Üslubu akıcıydı, yazım dili tertemizdi her zamanki gibi. Yalnızca olay öykücülüğü değildi yazdıkları. Konularına bağlı kişileri anlatırken çevreyi de tasvirleyerek okura hoş bir okuma tadı bırakıyordu.
Bazen gülerek bazen üzülerek, çok zaman da düşünerek, anımsamalarla kendimi bulduğum öykülerin daha üç beşini bitirdiğimde gözlerim, bozukluğundan mı konuların etkisinden mi ıslanmaya başladı!
O hızla telefona sarıldım.
“Senin var ya… Gözlerimi bozdun, öyle içine çekti ki, bırakamıyorum kitabı…” der demez, küfürü basacağımı anladı. “Gözlerini yorduğum için özür…” diyerek gerisini getirtmedi lafımın. Gülüştük.
Öyle akıcıydı ki hikâyeler, ne bozuk göz dinliyor, ne dinlenme fırsatı veriyordu.
Konuları genişti, yaşamın içi, duygularla örülü yaşanmışlıklar… Aile, sosyal, politik yaşam, cezaevi, eski yaşamından şimdiki sürgün yaşamından kesitler, aşk, kişi portreleri, olaylar… Okumaya başladım, bırakamadım, bitirdim.
*
Küfredecektim dedim ya… ilk öyküsü Acı Esintiler’de dediği gibi yazarımızın Adana’da dost canlısı akrabaları var. Adana’nın sıcağını, kebabını yemiş, şalgamını, suyunu içmiş. İskenderun’da askerlik yapmış.
1980 askeri cuntası döneminde aranan, umarı askere gidişte arayan, mahpusluk bitiminde dışarı bırakılmadan askere alınan binlerce gencin öz öyküsü Acı Esintiler.
Adana; aile, dostluk, konukseverlik bütünüyle işlenmiş dört sayfada. Öyküsü, ilk izninde Adana’da yengesinin kapkara renge bürünen beyaz fanilasını yıkamasının ardından, “İçim acıdı birden. Mahzunlaştım. Sevdiklerim geldi aklıma. Fanilanın rengi açılmışken, içimdeki renkler bir bir karardı.” tümceleriyle bitiyor.
İkinci, Kısa Faruk öyküsü, militan bir devrimcinin okudukça içimi yakan, etkilendiğim yaşamından. Düşse de kalksa da bir şarap parası istese de eski yoldaşından, kuyruğu dik kalabilmenin, belki örgüt sekterliğinin, belki de hatır bilirliğin/bilmezliğin çarpıcı hikâyesi…
Sevgi’nin Üvey Ninesi’ni okuyup duygulanmamak elde mi? Anadolu’nun ender görünen evliliklerinden, analıklarından bir gerçek. Hele aslında belki de bir melek olan Fato’nun bir gözü kör olursa…
Gezi Parkı Bizimdir; Vermeyiz’de okuyoruz ki; eylemlerde sadece doğayı korumak için toplanan çevreciler, kapitalist kâr hırsına bir ağacını bile kurban vermek istemeyen devrimciler, dayatmalara karşı direnenler mi vardı?
Okuyun, iki aşık ne için katılmış, nasıl sarılıp korumuş isimlerini kazıdıkları ağacı…
Deniz Gezmiş öyküsünde ise; Gezmişler yakalandığındaki genç duygulara annelerinin katılması, umulmadık reflekslerle tepkileri unutulmuyor.
Nil; etkileyici bir aşk hikâyesi iken, gelelim On Çocuktuk’a: Hani kimi ölümün ardından, öldü de kurtuldu denilir ya… Onu çok kere “kurtulduk” der gibi anlarız! On Çocuktuk da on mahalle çocuğunun lokmaları mideye indirdikçe, “İyi ki ölmüş de lokmaları kapmışız” diyen arkadaşlarına diğer dokuzunun tepkisi ders verir nitelikte.
Yenge, Anadolu’nun kimi yöresinde çocuklar başkasına “baba” demesin diye, küçük de olsa ölenin kardeşiyle evliliğe zorlanma hikâyesi.
Haydi, OKU, OKUT diyerek kitabın son öyküsü Ha Ha Güleyim Bari ile sonlandırayım düşüncelerimi: İki genç kızın kendilerine “bacı” diyen dernekteki devrimcilere verdikleri dersin öyküsü!
…
“Siz önce bizim sorunumuzu çözün, sonra dünyadaki kadın sorununu çözersiniz!” dedi öfkeyle yüzünü ekşiterek.
…
“Tamam, ona da razı geldik. Sizin bacınızız, o da tamam. Birbirimizi sevmek yasak, günah, etik değil. Onu da anladık. Ya karşı mahalleden sevgilimiz olamaz mı?”
“Olur, elbette!”
“Peki, neden yollarını kesip, ‘mahallemizin namusudur, kimse mahallemizin kızlarına asılamaz’ deyip çocukları korkutup dövmeye çalışıyorsunuz o zaman?”
…
Bazılarını kısacık anlattığıma bakmayın siz, birbirinden ilginç otuz sekiz öyküsü var kitabın.
Yeter ki bulunsun, alınsın, okunsun. İyi ki okumuşum diyeceksiniz.
OKU, OKUT, önerilerimle…
Ahmet Sefa