12 EYLÜLDE BİR GÜN
12 Eylül bir dönemin adıydı. Darbe başlangıcı bir gündü ama süreç yıllar aldı. Üzerinden çok yıllar geçti. Baskıcı yönetimler bitmedi elbet. Ama her dönemi kendi içinde de değerlendirmek gerek belki. Kıyaslama yapmadan, o zamanın şartları içinde.
Darbe olduğunda köydeydim. Henüz üniversiteye başlamamıştım. Ama siyasi hareketler içindeydim. Köyde de bu faaliyetleri sürdürüyor ve hatta o zamanın tabiri ile “elebaşı” olarak da görülüyordum. Bazen eylemler yapardık devrimci düşüncelerimizi yaymak için. Duvarlara yazı yazmak ya da direklere afiş yapıştırmak vb. Urla’da yatılı okurken, lise yıllarında başlamıştık bu eylemlere, köyde de devam ediyorduk.
Ben elebaşı göründüğüm için arada taktik uygulardık. Işık Kaya, “sen kahvede görün biz Ali Aydın ile gidelim” diyordu mesela.(Onları da buradan ihbar etmiş olayım.) Öyle de oluyordu. Ama tabi sorumluluğundan kurtulamıyordum. Sabah köyde tartışmalar, tepkiler, muhtar badana yaptırıyordu duvarları tekrar vb. Babam sert tepki gösteriyor, annem çok üzülüyordu, başıma bir şey gelecek diye.
Darbenin sıcak günlerinde sık sık köye jandarma baskını olurdu. Kahvede kimlik kontrolü, üst arama vb. Jandarmalar Ildırı karakolundan gelirlerdi. Sokakları tutar, başçavuş kahveye girer, bağırır, çağırırdı. Bazen köylüler önemsemeyince de daha da sinirlenir, TV’de millete seslenen “Netekim Paşa”ya kulak vermelerini isterdi.
Bir akşam kahvede arkadaşlarla afiş ve bildiri hazırlığındayız. Kahve ocağının orada Vedat ile sohbetteyim. Ocağa o bakıyor o sıralar. Ne yapacağımızı planlıyoruz. Dışarıdan telaşlı bir ses duyuldu. “Baskın var, baskın var”. Eyvah dedim, bu defa hapı yuttuk. Kucağımda, en azından beni beş yıl kodese gönderecek malzeme var. Bildiri veya afişle yakalandın mı, örgüt üyeliğinden içeridesin. Başka bir vukuat yoksa beş yıl otomatik ceza.
Gürültü ile kapıyı açıp, “kıpırdamayın, ayağa kalkın” diye bağırıyor jandarmalar. Bir kısmı da dışarıyı tutmuş. Elimdeki bildirileri arkamda, çay ocağında oturduğum sedirin arkasına bırakıverdim. Bizi de kahvenin ortasına doğru çıkardılar. Her yeri didik didik arıyorlar. Vedat ile göz göze geldik. “Ne yapacağız?” diye. Çaresiz üstlenecektim. Çay paketlerini bile açtılar. Yine başçavuş nutkunu atıp çıktı. Müthiş bir mucize yaşanmıştı. Kahvedeki sağ görüşlü bazı kişiler (ki bazıları yakın akrabam) bu durumdan memnun olmamışlardı. Yakalanmamı ummuşlardı.
Sonra nasıl oldu diye anlamaya çalıştık Vedat ile. Ama yüreğimizde yağ falan kalmamıştı tabi. Bir süre çaktırmadan ve sakin durduk. Sonra sedirin arkasına baktım. Dikeyine bir karton var. Meğer bizim bildiriler oraya düşmüş. Jandarma sedirin altına bakınca o kartonu görüyor ama bildirileri görmüyor.
Belki basit bir hikaye gibi gelebilir o dönemi yaşamayan gençlere ama o bildiriyi alıp merak edip okuduğu için veya içine tuz koyup öğrenci evinde kullandığı için hapse girenler az değildi.
O zaman karakol komutanı olan başçavuşa köylüler ağzının fiziki yapısından dolayı “yılık/yamuk ağızlı” adını takmışlardı. Köylüleri bezdiren tavırları vardı. Bazen saati geçtiği halde açık yakaladığı için kahveleri mühürlüyordu 3 gün mesela. Köylüler ve bilhassa erkekler için bu, büyük zulümdü.
Her köyde batıl inançlar vardır bilirsiniz. Bizde de çoktu. Çocukken bize öğretilen batıl inançlardan biri, küllüğe işeyeni şeytanın çarpacağı yönünde bir inançtı. Küllük dediğimiz şey, sigara küllüğü değil, her evde soba ve ocak yandığı için, onlardan çıkan küllerin döküldüğü yerdi. Bunu hepimiz bilirdik.
Yine 12 Eylül dönemi. Bir bayram günü. Bayramda köy kalabalık olur. İzmir’deki akrabalar, büyükleri ve yakınları ile bayramlaşmaya gelir.
Köydeki lakabı Facık Üsen (Ufak Hüseyin yani). Ama şu anda yaşı doksan falan. Belki de cüssesinden dolayı o lakabı verdiler. Çünkü Koca Üsen yaşça ondan küçüktü.
Facık Üsen abi Kemeraltında çerez fırını işletirdi. İçkiyi de seven biri. Aynı zamanda ciddi bir tavırla sürekli espri yapardı.
Bayram akşamı, biraz da kafa dumanlı geldi kahveye. O zaman bira içiliyor kahvelerde. Bira içmeye devam ediyoruz. Saat ilerlediği için kahveci tedirgin. “Beyler hadi toparlanalım. Saat geç oldu. Şimdi Yılık Ağızlı gelir. Yine kapatmasın kahveyi.”
Hüseyin abi işin ciddiyetini bir türlü anlamıyor. Kafası da dumanlı olduğu için bu uyarı onu ikna etmiyor. Kahveci tekrar “Üsen abi kapatacağız. Yılık Ağızlı gelirse mühürler yine kahveyi.”
Hüseyin abi ısrarlı. “Ya gelsin Yılık Ağızlı; ne olur. Ben onu küllüğe işetirim ağzı düzelir.”
Halen ağzı yüzü düzgün bir rejime hasret içinde yaşayıp gidiyoruz…
***
Kaybettiği Kurultay’dan beri, CHP eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ekrem İmamoğlu’na karşı oldukça soğuktu. Bunca zaman hiç yan yana gelmemeye özen gösterdi. Görüşme taleplerini de geri çevirdi. İhanete uğradığını söylediğinde de, delegeleri parayla satın aldılar dediğinde de kastettiği hep İmamoğlu idi.
***
DEVRİM GÜNLERİNDE AŞK
“İsyan Günlerinde Aşk” Ahmet Altan’ın romanı biliyorum. Bizimki bir taşra hikayesi.
En devrimci yıllarımız. 12 Eylül arifesi. Devrim olacak bu kesin. Hem de silahlı mücadele ile. Başka türlü egemen sınıfı devirmek mümkün değil. Urla’da lise yıllarımız. Fraksiyonlar arası slogan tartışmaları gırla. Hepimiz devrimden yanayız ama bir türlü yöntemde anlaşamıyoruz.
Yatılı okuyoruz. Çeşme ve Karaburun’da henüz lise yok. Yarımada çocukları bir aradayız. Örnek Öğrenci Yurdu. Sahibi Münevver teyze. Biraz Adile Naşit’i andırır. Ama gözlüklü, bilmiş ve özgüvenli bir kadın.
Aynı sınıfta üç kişiyiz köyden. Bekir, ben ve Hasan İlhami. Hemşerilik dayanışması. Üçümüz aynı sırada oturuyoruz en arkada. Sınavlarda ayırıyorlar bizi.
Sınıf başkanımız Sermin. Postane sokağında oturuyor. Yaman biri. Dobra, sahici.
Sınavlarda bizi üç kişi oturtmuyorlar tabi. Bekir’i gönderdik Sermin’in yanına. Beni azarlıyor Sermin. “Bunun bir kulağı duymuyor sen gelsene.” Yani kopya çekeceğiz yardımlaşacağız. O Bekir’e kızıyor Bekir O’na. Biz de İlhami ile yardımlaşıyoruz sanırım.
Ben de o yıllarda devrimci kimliğimle tanınmaya başladım. Bazı öğretmenlerim bu yüzden özel bir ilgi duyuyor. Bazıları da “aman oğlum dikkat et” duyarlılığında. Felsefe öğretmenimiz Selma hoca “aman yavrum bunlar kıyarlar. Kendinize dikkat edin” uyarısında. Yaşar Sönmez hocamız edebiyat ve kompozisyon dersinde benim yazdıklarımı özene bezene okuyor överek. Bazıları bundan hazzetmiyor.
Kargaşa günleri. Çatışmalar, tutuklamalar…tam o dönemde Urla’da bizim gruptan bazı abilerimiz tutuklandı bir baskınla. İster istemez beni de bir korku aldı. Adım geçer mi? Tedirgin olmamak mümkün değil. Ama serde devrimcilik var. Ne gelirse başa, sorun değil…
Felsefe dersindeyiz. Edebiyat ile birlikte kendimi en iyi hissettiğim ders yani. Hırant Dink’in tabiri ile “güvercin tedirginliğindeyim”. Gözüm lisenin bahçe kapısında. Ve sanki beklediğim an. Komiser ve iki polis kapıdan giriyorlar. Sermin ile göz göze geldik. “İşte seni almaya geliyorlar, gördün mü?” dedi. Benim de yorumum aynı aslında ama dur bakalım.
Selma hoca ders anlatmaya devam ediyor, olup bitenlerden habersiz. Ve üç beş dakika sonra kapı çalıyor. Nöbetçi öğrenci, öğretmenimize beni ve Uğur Avcı’yı müdür beyin çağırdığını söylüyor.
Olayı anlayamıyorum. Tamam beni çağırabilirler ama Uğur’un işi ne. Uğur, Çeşmeli arkadaşımız. Apolitik biri. Onun ne işi var?
İkimiz birlikte müdür odasına giriyoruz. Lise müdürümüz, aynı zamanda tarih öğretmenimiz. Makul ve hoşgörülü biri. “Bakın çocuklar, komiser bey sizin için gelmiş” diye açıklama yapıyor. Söz komisere geçince bize bir kız ismini soruyor. Tanıyoruz ama bu kadar. Meğer kız evden kaçmış. Bıraktığı mektupta benim ve Uğur’un da adı geçiyormuş. Bunları duyunca öyle bir rahatladım ki sormayın.
Komiser ifadeleriniz alacağım, karakola gidelim diyor. O özgüvenle ben itiraz ediyorum. “Birazdan sınavımız var gelemeyiz. Derken araya müdür giriyor. “Merak etmeyin komiser bey ben öğleden sonra onları karakola gönderirim.”
Sınıfa dönüyoruz ama olayı nasıl açıklayacağız ve öğleden sonra ne yapacağız? Selma hoca soruyor biz de söylüyoruz. “Sizin de boyunuza bakıp bir şey sanmışlar” deyip sevecen bir şekilde dalgasını geçiyor. Ya da bizi rahatlatmaya çalışıyor.
Dersler bitiyor yurda dönüyoruz. Yurt sahibemiz Münevver teyzeye gidip durumu anlatıyoruz. “Teyze karakola sen de gel bizimle. Şimdi bunlar döverler bizi suçsuz yere”.
Münevver teyze birden yavrularına sahip çıkan bir kartal gibi. Sert ve tepkili. “Ben onların canına okurum size dokunurlarsa. Sürdürürüm onları buradan.”
Yurdumuz şimdiki sanat sokağında bir Rum köşküydü. Karakol Babacan mahallesindeydi. Münevver teyzenin iki yanında yürüyoruz. Karşıdan bir kadın geliyor. Ama sıradan biri değil. Sermin’in ablası. Bütün Urla bilir. Namlı bir güzel. Belki Kaymakamlıkta çalışıyor, onu bile bilmiyorum. Ama oradan Postane sokağına kadar, O’nun geçişi bir olaydı. Bütün esnaf geliş gidiş saatlerini bilirdi adeta. Yolu bizim yurdun önünden de geçtiği için biz de bilirdik.
Münevver teyze bana döndü, “Engin bu kaçan kız böyle biri mi bari?” demez mi? Hiç beklemediğim bir soruydu. Ama yanıtım net oldu. “Teyze böyle biri olsa ben karakola seni çağırmam ki.”
***
Bozkurt işareti yapan Alevi olur mu?
Sosyal hayat çok sade algılanmasına rağmen, çok karmaşık süreçleri içerir. Mesela başlıkta yer alan soruya kaç kişi olumlu yanıt verebilir ki? Oysa ki, bozkurt işareti yapan Alevi olur.
***
Yangın söndürme uçağı olmamasını eleştiren Yılmaz Özdil, CHP’li belediyelere sesleniyor. “Hükümetin yapacağı yok büyükşehir belediyeleri uçak alın. 4 milyon dolar ne ki bu belediyeler için. Bodrum, Çeşme, Ayvalık, Marmaris Belediyeleri yangın söndürme uçağı alabilir. Bir futbolcu parası değil.. “
Öyle değil malesef. Bu saydığın belediyelerin birçoğu borç ve maaş ödemek için arsa satıyor.