Sünger Dalgıçları ve emekçileri sık sık anılmayı, hatırlanmayı hak eden denizcilerimizdir. Bodrum’un tekne yapım sanayisini başlatan, mavi yolculuk ve deniz gezi turizmine ani bir geçiş yapan Bodrum’un kaptan ve gemici ihtiyacını karşılayan. Bodrum denizcilerinin lokomotifleridirler. İşte onlardan birini daha sizlere anlatmak istiyorum.
Muzaffer CENGİZ… Genellikle kışın, güneşli, sakin olduğu ve baharı hatırlattığı günlerinde Bodrum’un Kumbahçe Mahallesi’nde yürüyüşe çıktığımda, balıkçı rıhtımına bağlı CİHAN isimli balıkçı teknesinde, kalın kaşlarının altında işine odaklanmış ağlarını tamir ederken görürdüm. Selam verirseniz alır yoksa sizi rahatsız etmez, kimseye sataşmaz, laf atmaz, muhabbeti başlatmadığınız sürece çok konuşkan değildir. Mahallemizin sevilen sakinlerindendir. Akranları ona bazen PAMUK bazen de MUZO diye seslenir bizim Muzaffer abimizdir.
KOS Adası’nda (İstanköy Adası) yaşayan Türk toplumunun bir ferdi olan Hasan HELEBİ, eşini kaybetmiş olan iki çocuklu dul bir kadın olan RAİFE ile 1928 de iç güveysi evliliği yapar. Raife’den iki çocuğu olur Zühre ve Mehmet. Bir süre sonra bazı anlaşmazlıklar yüzünden Raife’yi terk eder ve boşanırlar.
Hasan HELEBİ, Bodrum’un Gümüşlük Köyü’nden İstanköy Adası’nda yaşayan bir aileye evlatlık verilmiş GÜLSİYE isimli bir kızı kaçırarak ikinci kez evlenir. Gülsiye ile evliliğinden İstanköy’de yaşadıkları sırada Ali isimli bir oğlan çocukları olur. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Savaşın adayı kasıp kavurduğu 1943 yılı Ekim ayında birçok Türk aileleri gibi onlar da İstanköy Adasından kaçarak Bodrum’a yerleşirler. 1944 ün Mart ayı sonlarında da ikinci oğulları Muzaffer doğar.
Gülsiye HELEBİ çok iyi teşhis edilemeyen bir hastalık ve zamanın yoksunlukları nedeniyle vefat edince Hasan HELEBİ iki çocuğuyla zor durumda kalır. Çocuklarına bakamayacağını anlayıp büyük oğlu Ali’yi, İstanköy’den kaçıp Nazilli’ye yerleşen boşandığı karısı Raife’ye teslim eder. Henüz 7 aylık küçük oğlu Muzaffer’i de Bodrumlu Mustafa+Güzide ÇENGİZ adlı Girit göçmeni bir aileye evlatlık vermiştir.
Muzaffer’i evlat edinen “MUSTAKAÇİ” lakaplı Kaptan Mustafa ÇENGİZ, Bodrum’un ünlü sünger tüccarı Ali CENGİZ’in de kardeşiydi. Mustakaçi’nin anlamı küçük Mustafa demekti. Bir süre ağabeyi Ali CENGİZ in süngerci teknelerinde çalışan Mustakaçi, ağabeyi ile anlaşamadığı için ayrılır ve kendine yaptırdığı ÇİĞDEM isimli “BODİ” model denilen ince uzun bir yolcu ve yük taşıma teknesiyle Kos – Bodrum arası her gün yolcu seferleri yapmaya başlamış uzun yıllar bu ve bunun gibi yolcu ve yük taşıma işlerini yapmıştır. Daha sonra da bir kenara çekilip emekli hayatı yaşamıştır.
Şimdi Muzaffer ağabeyimizden hayat hikayesini dinleyelim.
Benim yaşamım boyunca iki babam üç de annem oldu. Biyolojik babam Hasan HELEBİ beni Mustakaçi’ye verdikten sonra bazen ziyaret edermiş, beni elimden tutup Pazar yerine gezdirmeye götürdüğünü hayal meyal hatırlıyorum. Biyolojik Gülsiye annemi 7 aylık iken kaybetmişim o nedenle birinci annemi hiç hatırlamıyorum.
Mustakaçi, Kaptan Mustafa CENGİZ ikinci babam ve eşi GÜZİDE ikinci annem oldular ben 8 yaşlarındaydım anlaşmazlıkları nedeniyle boşandılar. Mustakaçi bir yıl sonra da Datça’nın Kızlan Köyü’nden köyün ağasının kızı SEMİHA ile evlendi ve Bodrum’a getirdi. Benim de üçüncü annem oldu. Mustakaçi ÇİĞDEM teknesiyle sürekli KOS’a (İstanköy) sefer yapardı. Bu seferleri esnasında sık sık beni de yanında götürürdü. O zamanlar Kos’a gitmek çok kolaydı.
Babam Mustakaçi ve Güzide annemin Kos’ta çok samimi olduğu dostları vardı. Zaten babam her gün Kos’a gittiği için çok görüşürlerdi. Bazen beni onlara bırakırlardı. Bir seferinde ben iki ay Kos’ta babamın bu arkadaşında yatılı kaldım. Henüz ilkokula başladığım yıllardı. Kaldığım evde ben yaşlarda evin oğlu okula gider gelirken beni de yanında götürürdü. Ben de Yunan okuluna iki ay misafir öğrenci olarak gittim. Böylece Yunan okulunda ve bu Kos seferleri sırasında Yunancayı öğrendim. Zaten oturduğumuz Mahalle Giritli Mahallesi ve manevi babam Girit göçmeni idi Yunanca duymaya alışkındım.
Çocukluk yıllarımda en çok hatırımda kalan sinemaya gitmeyi her çocuk gibi ben de çok severdim. O zaman kasabamızda tek yazlık sinemamız bu günkü Cumhuriyet Caddesi’ndeki belediyeye ait olan Mahfel Kafe’nin olduğu yerdeydi. Daha sonra sinema binasının yerine Baraz otelini yaptılar otel yandıktan sonra da oteli yıkıp yerine Kafe yaptılar.
Yazlık sinemada film seyretmeyi çok canımız çekerdi paramız yetmez hem de yanında bir büyüğün olmadan sinemaya almazlardı. Biz de kaçak seyretmenin yolunu bulmuştuk. Sinemanın hemen karşısında sahneyi gören bugün hala varlığını sürdüren iki katlı eski Rum evinden dönme Kütüphane binası vardır. Binanın arkasında binaya sarılmış gelişkin asma ağacından kütüphanenin damına tırmanır filmi oradan seyrederdik. Ancak başımızın belası Bekçi İbrahim amca da bizi rahat bırakmaz görür kovardı. Yaramazlık biz çocukların ikinci karakteriydi. Bir gün yine arkadaşım Çarık İbo ile birlikte dama tırmandık film seyrediyorduk. Bekçi İbrahim amca yine geldi, ben de kızıp damda bulduğum bir tuğlayı bekçiye fırlattım, o da denk geldi adamın kafasını yarmıştı. Korkumuzdan uzun süre sokağa çıkamamış, ortalıklarda görünmemiştik. Zaten bu yaramazlık ve haylazlıklarım yüzünden de Bodrum’da okuyamadım. O zamanın öğretmenleri de çok disiplinli ve acımasızlardı.
Okula Bodrum Turgutreis İlkokulunda başladım sınıf öğretmenimiz Zeki KALAYCI’ydı, Okul müdürümüz de Osman Nuri BİLGİN idi ancak derslerden sıkılmaya başlamıştım. Sık sık sınıfın penceresinden atlar dersten kaçardım. Çok dayaklar yedim, derslerde de başarısız olmaya başlayınca 3.sınıfı yarılamıştım ki babam Mustakaçi’ye ben okumak istemiyorum beni okuldan al demeye başladım. Mustakaçi de ikinci karısı Semiha annemle yeni evlenmişti beni okuldan aldı ancak yeni evlendiği karısının babasının yanına Datça’nın KIZLAN köyüne gönderdi. Ben ilk okula orada devam ettim. Köy okulundan kaçmanın pek bir faydası olmadığı gibi öğretmenlerden de kötü muamele görmeyince mecbur mezun oldum. Mezun oldum ancak beni bırakmadılar ve ben KIZLAN Köyü’nde 16 yaşıma kadar kaldım. Tütün çapasına da gittim hayvan otlatmaya da. Çok zor günler geçirdim köy hayatını hiç sevmemiştim, sürekli Bodrumu özlerdim.
KIZLAN Köyü, Datça Yarımadası’nda Gökova Körfezinin KÖRMEN Limanı’nın üzerindeki yüksek tepenin Datça’ya bakan tarafındadır. Köyün yönü Datça’ya bakar ancak arkası Gökova’dır ben tepeyi aşar Gökova’ya, Körmen Limanı’nın ilerisindeki GEREME Koyu sahiline inerdim. Bodrumlu balıkçılar o koya çok gelirlerdi. Gelen balıkçı motorlarının yanına gider beni de Bodrum’a götürün diye yalvarırdım ama beni almazlardı. Babama balıkçılarla haber gönderiyordum beni buradan aldırsın diye. En nihayet babam beni balıkçının biriyle aldırdı da kurtuldum ve Bodrum’a da kavuşmuş oldum.
“Robert Kolej mezunu Baskın SOKULLU ve Tosun SEZEN isimli iki genç önlerindeki parlak kariyeri bir kenara iterek Bodrum’un çilekeş deniz emekçileri sünger avcılarına modern süngerciliği öğretmek üzere İstanbul’dan çıkıp Bodrum’a gelirler. 1958-59 Bodrum’da sünger dalgıçlığına başlarlar. Onların gelişi dalgıçlar için yeni bir devrin başlangıcı olur. Önceleri regülatörlü *NARGİLE ve ardından tüplü dalışları yaygınlaştırıp eski **FORMA dalgıçlığındaki vurgun kayıplarını da önleyen sistemleri yaygınlaştırırlar”
Süngerciler arasında çok sık konuşulmaya başlayan dalgıçlar BASKIN ile TOSUN ilk Bodruma geldikleri teknelerinin ismi TIMARHANE idi. Bizim süngerciler arasında çok övülmeye başlamışlardı ve ben de gidip onlara katıldım. Beni denediler, sevdiler ve dalmayı öğrettiler. Ve benim1961 yılında dalgıçlık ve denizcilik hayatım da başlamış oldu. Bir süre onların dalgıçları oldum.
Baskın ve Tosun Bodrum’a geldiklerinde ilk işleri ortamın en deneyimli denizcisi GAVUR ALİ’yi (Ali KARAYEL) bulup onunla çalışmaya başlamak olmuştu. Teknemizin kaptanı Gavur Ali, yerlilerin söylemiyle “CAVIR ALİ” hem kaptanımız hem de rehberimizdi.
Gavur Ali deniz dibini neredeyse karış karış bilirdi o nedenle Baskın ve Tosun süngercilikte çok iyi iş yaptılar. Tımarhane teknesinde bir yıl çalıştıktan sonra Baskın ve Tosun kendilerine yeni bir tirhandil yaptırdılar ve ismini Cavır Ali ye saygılarından ALİ DAYI koydular. TIMARHANE teknesini de satıyorlardı ben aldım ve bir yıl da ben çalıştırdım. Birlikte çalışıyorduk 1963 yılı yaz başında Baskın la Tosun Libya’ya süngere gittiler ancak ben gidemedim askerliğim gelmişti. 1963 yılı yaz sonunda TIMARHANE’yi satıp askere gittim. Askerliğimi İstanbul’da Sualtı Kurtarma Komutanlığı’nda balık adam olarak tamamlayıp 1965 yılında terhis olup Bodrum’a döndüm. Tek bildiğim meslek dalgıçlıktı ve “ENGİN KARDEŞLER” isimli tekneyi satın aldım. Baltabaş karpuz kıç bir İstanbul teknesiydi. Ben hem teknenin kaptanı hem de dalgıcıydım ve yeniden süngerciliğe başladım. Benim “ENGİN KARDEŞLER” teknem ve ALİKO lakaplı Ali ASAL’ın “ISTAKOZ” isimli teknesi ile birlikte iki yıl Marmara Denizi’ne süngere gittik. Marmara’nın “MANTABA” süngeri meşhurdur, küçük olur ticari değeri diğer süngerlerden ucuzdur ancak çok çıktığı için daha çok kazandırırdı. Ondan sonra süngerlere hastalık geldi. Süngercilik bitti. Zaten Bodrum’da turizm de başlamıştı ben de herkes gibi 1969 yılında süngerciliği bıraktım.
Ben süngerciliği bıraktıktan sonra ENGİN KARDEŞLER isimli süngerci teknemde yaptığım ufak tefek tadilatlarla turistik gezilere başladım. Teknem dalgıç teknesiydi ancak o yıllarda tüm balıkçı, süngerci ve ***KANGAVA tekneleri ufak tefek tadilatlarla gezi teknesi olarak turizme yönelmişlerdi.
1970 yılıydı İki Fransız aileyi Gökova’ya mavi yolculuğa götürmüştük. Ben kaptan, gemicim de kayınçom Uğur SUSAM. O sıralar kaptanlar dalar balık yakalar müşterilerimizi sevindirirdik. Gökova’nın TUZLA dediğimiz burnun açığındaki sığlık yakınlarında NARGİLE ile balığa dalıyordum. Gemicim Uğur da dümende ve hortumun başında. Ben dipte balık arıyordum ve bir orfoz görüp zıpkınla vurdum. Orfoz taşın altına girdi sıkıştı 45 metre civarındayım. Çok uğraştım Orfozu taşın altından çıkardım ancak derinde 1,5 saat kalmışım, aslında 15 dakikadan fazla kalmamam gerekiyordu. Bende saat yoktu ve hırs yapıp balık yakalayana kadar zamanın farkına varamamıştım. Tekneye çıkıp oturduğum yerde dalgıç elbisemi çıkarırken bir uyuşma geldi ve yana devrildim, belden aşağım felç olmuştu hissetmiyordum. Vurgun yediğimi anlayınca hemen tekrar daldım 50 metreye indim. Derine inince düzeldim ve aksonaya başladım. Aksona yapa yapa 1 saatte tekneye çıktım, ancak tekrar aynı felç durumum geri geldi. Tekrar daldım yine 50 metreye indim bu sefer aksona yapa yapa 2 saatte çıktım ancak durumum düzelmedi. Belden aşağımda hiç his yoktu.
Hemen motoru çalıştırdık ve Bodrum’a yollandık 9 beygir motorla tan tan tan akşam karanlığında Bodrum’a geldik. Daha sonra Halikarnas Disko olarak ünlenen mekân o zamanlar Halikarnas Hotel olarak faaliyette idi. Hoteli Necmi Bey çalıştırıyordu ve dostluğumuz iyi idi. Mahalleye (Kumbahçe) otelin yanındaki iskeleye yanaştık. Necmi Bey bizi görüp geldi ve benim durumumu görünce, otelde kalan Alman Günter isimli dalgıç öğretmenini çağırdı. Günter geldi ve beni öyle görünce hemen gidiyoruz dedi. Günter Çatalada’da basınç odası olduğunu biliyormuş. Günter’in takma motorlu polyester botu vardı hızlı gidiyor diye beni hemen bota bindirdiler Çatalada’ya yollandık.
O zaman ABD’li su altı arkeoloğu Prof. Dr. George BASS ve ekibi Turgutreis’in karşısındaki Çatalada’nın güneyinde Yassıada açıklarında batmış bir gemi enkazına dalış yapıyorlardı. Ekip ve ekipmanları ile Çatalada da konaklıyorlardı. Dalgıçları olası vurgun yerse diye Çatalada’ya basınç odası getirmişlerdi.
“Bodrum’un KARATOPRAK (Turgutreis) nahiyesi açıklarında ÇATALADA güneyinde bulunan Lodos Adası (Yassıada) yakınında, 30-35 m derinlikte Süngerci Kemal ARAS tarafından bulunan 7. yüzyıl Bizans gemi batığına ABD’li su altı arkeoloğu Prof. Dr. George BASS başkanlığındaki dalış ekibiyle gerçekleştirilen dalış kazıları 1961-1966 yılları arasında yapılmıştır. Bu kazılar esnasında 10-15 m daha açıkta bir Roma ticaret gemisi batığını tespit eden George BASS 1967’de de ekibiyle bu batığa dalmaya başlamış ve bu batığın dalışları da 1974’e değin sürmüştür.”
Biz botla adaya vardığımızda saat gece 12 olmuştu. Dalışlarda çıkacak tarihi eserleri kaçırmasınlar diye dalışları denetleyen ve gözetleyen hükümet komiseri vardı. O da adada onlarla beraber kalıyormuş bizim motor sesine sahile geldi bizi adadan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Sanki adanın bekçisi gibi. Günter “adam vurgun yedi” diye yarı Almanca yarı Türkçe bağırıyor ancak komiser bizi adaya çıkartmıyordu. Basınç odasının yanında çadırda yatan George bizim gürültüyü duyup ne oluyor diye çıkıp geldi. Benim vurgun yediğimi duyunca bekçiyi engelleyip beni hemen sedyeye koyup götürdüler ve basınç odasına koydular. 50 metrelik deniz basıncında 12 saat basınç odasında kaldım. Gece saat 12 idi girdim, ertesi gün öğle 12 de çıktım. Beni basınç odasından çıkana kadar uyutmadılar. Basınç odasının lumbuzundan (penceresinden) beni sürekli gözetliyorlar içerisi ile dışarısı arasında telefon irtibatı vardı beni sürekli konuşturdular, devamlı sohbetle oyalayıp uyutmadılar. George “bak uyursan bir daha uyanamazsın” dediydi. 50 metrelik basınç yavaş yavaş 12 saatte sıfırlandı. Basınç odasından çıktığımda ayağa kalktım ve yürüdüm, düzelmiştim hayatımda bu kadar çok sevindiğim başka bir şey olamadı. Ya ölene kadar sakat kalacaktım ya da hiçbir şey olmamış gibi dinç yaşayacaktım. İşte basınç odasının önemi burada kendini göstermişti.
“Dalmanın en önemli kuralı, su yüzüne çıkışların belli aralıklardaki derinliklerde bekleyerek kademeli olarak yapılmasıdır. Yoksa VURGUN denilen (dekomprasyon hastalığı) gerçekleşir. Soluduğumuz havada, yüzde 78 oranında bulunan azot gazı, normal şartlarda solunum yoluyla vücudumuza giremez. Ancak denizde derine inildikçe ortam basıncı artar ve 30 metreden sonra dalgıcın vücut basıncı, dış ortamdan yani suyun basıncından daha düşük kalır ve soluduğu havadaki azot, yüksek basınçlı ortamından, düşük basınçlı ortama yani dalan kişinin vücuduna hareket eder. Solunum yaptıkça, akciğerler yoluyla kan deveranı ile vücuda giren azot, kanda, yağ dokusunda ve kemik dokusunda çözünerek birikir. Bu birikme miktarı dalgıcın derinde kalma süresi ile orantılıdır. Bu nedenledir ki dalma süreleri sınırlandırılır.
Dalgıç su yüzeyine doğru hareket etmesiyle, 30 metreden az derinliklerden itibaren vücut basıncı su basıncından fazla olmaya başlar ve vücuttaki azot gazı da vücuttaki yüksek basınçtan dışarıdaki alçak basınca doğru harekete başlar. Bu da solunum yoluyla olur ancak bu uzun zaman isteyen bir süreçtir. Ve kademeli olarak belli derinliklerde bekleyerek azot gazı vücuttan tamamen atıldıktan sonra yüzeye çıkılır. Buna “AKSONA” (dekomprasyon) yapmak diyoruz. Yapması gereken Aksona süresini dalma derinliği ve süresiyle orantılı olarak dalgıç bilmek zorundadır. Dalgıç herhangi bir nedenle henüz azot gazından kurtulmadan su yüzeyine çıkarsa azot gazı vücut içinde sıkışıp kaldığından kan damarlarında ve dokularda baloncuklar oluşturur sonuçta arıza, araz ya da ölüm gerçekleşir. Buna Vurgun Yemek diyoruz.”
“Basınç odasının amacı vurgun yiyen kişinin vurgun yediği derinlikten başlayarak yapması gereken aksona olayını sil baştan yenileyerek azotun vücuttan dışarı atılmasını sağlamaktır. Bu işlem vurgun yediği derinliğe dalarak da yapılır ancak deniz dibinde dalgıç ile irtibat kurmak denetlemek gözlemlemek ve yeterince süre bekletmek neredeyse imkânsız olduğundan bu işlem deniz dibindeki aynı ortam sağlanarak basınç odalarında daha kolay yapılır.”
O günkü şartlarda imkanlar dahilinde ve portatif taşınabilir dalgıç odaları imal edilmesine gereksinim duyulmuştur ki artık günümüzde gelişen teknoloji ve imkanlar ölçüsünde basınç odaları modern ve daha teçhizatlı üretilmektedir.
O günden sonra nargile ile dalmayı ve derin su dalgıçlığını bıraktım ve teknelerde kaptanlığa başladım Mavi Yolculuk yapan teknelerde çalıştım. Her ne kadar dalmaktan uzak dursam da ara sıra balık avlamak için alçak dalışlar yapıyordum. Mavi yolculuk yapılan teknelerde balık avlayıp müşteriye ikram etmek gelenek gibiydi.
Manevi babam Mustakaçi’nin her iki evliliğimden de çocuğu olmadı yani benden başka çocuğu yoktu. İleriki yaşlarında teknesini satıp emekliye ayrılınca varlıklarını satıp yemeye başladı. Ev arsa ne varsa ölene kadar da hepsini bitirdi. Bir tek şu anki oturduğum evi kurtarabildim. Onun da iki katını ben yaptım. Gidenler bilirler Orak adasının yanındaki küçük ada; şimdi üzerinde bir yazlık ev var KISTAK Adası Mahallemizde Mustakaçi adası diye anılır. Babam Mustakaçi (Mustafa CENGİZ) ile kardeşi Vapora Hüseyin (Hüseyin CENGİZ) paralarının bol olduğu zamanlarda iki ortak, adayı Yalıçiftlikli köylülerden satın almışlar. Parayı çarçur ettiği zamanlarda da sattılar 1750 liraya. Oradan her geçişimde içim sızlar. Ben süngercilik yaptığım yıllarda çok para kazandım, kazandıklarımı da babama verirdim, onları da yedi pek bir faydasını göremedim.
1963 de Askere gitmeden önce mahallemizin kızlarından Hüsniye SUSAM ile nişanlandım. Hüsniye mahallemizin PALYA lakaplı Mustafa SUSAM kaptanın kızıydı. 2 yıl askerlikten sonra 2,5 yıl da evlilik için para biriktirdim. Böylece hayat arkadaşım Hüsniye ile 5,5 yıl sonra 1968 de evlendik 3 çocuğumuz oldu. Manevi babamın, biyolojik babamın ve ağabeyimin isimlerini koydum. Mustafa, Hasan ve Mehmet Helebi.
Biyolojik babam Hasan HELEBİ’nin ilk eşi RAİFE den de iki çocuğu vardı ZÜHRE ve MEHMET, hatta Raife annenin de ilk eşinden iki çocuğu varmış ALİYE ve BEKİR. Biz aslında 6 kardeşmişiz. En büyüğümüz Aliye ablam daha ben doğmadan vefat etmiş. İzmir’de yaşayan ZÜHRE ablam beni gençlik yıllarımda geldi Bodrum’da buldu. Çok hasretlik giderdik. Hayat hikayemin hatırladıklarımdan öncesini de ondan öğrendim. Ölene kadar her yıl ziyaretime gelirdi. Zühre ablam beni bulduktan sonra Ali ağabeyim de geldi o zamanlar İzmir Kuruçeşme’de ayakkabıcılık yapıyordu. Mehmet ağabeyim de sık sık ziyaretime gelir oldular. Kos’ta yaşayan Bekir ağabeyimi de ben ziyaret ettim. Tanıştık ve görüşüyorduk. Yeğenlerimle hala görüşüyoruz sık sık ziyaretime gelirler.
Teknem ENGİN KARDEŞLER turizmin ilerlediği yıllarda yetersiz kalmaya başlayınca sattım ve mavi yolculuk yapan teknelerde kaptanlığa başladım. 1994 yılına kadar süren kaptanlık yaşamımı biraz sınırlayıp, kaptan ihtiyacı olan günlük gezi teknelerinde sezonluk kaptanlık yapmaya çevirdim ve hala da devam ediyorum. Ancak kış aylarında boş durmamak için adını CİHAN koyduğum bir balıkçı teknesi edindim ve balıkçılık yapıyorum. Boş durmayı sevmem. Herkese saygılar.
Dedi Muzaffer ağabeyimiz.
Süngerci, dalgıç, kaptan, balıkçı ve PAMUK gibi yumuşacık bir adamdır Muzaffer ağabeyimiz.
Bodrum denizciliği o ve onun gibi süngercilere çok şey borçludur. Bodrum, sünger ve süngerciler müzesini hak eden bir denizci kentidir. Bir kısım dalgıçlarımızı Bodrum Deniz Müzesi sergilese de ancak hak ettiğimiz müzeyi oluşturacak bir yöneticiye henüz kavuşmuş değiliz.
Saygılarımla Ali DİZDAR
*NARGİLE…NARGİLE dalış sistemi….. Normal dalış elbiseleri giyen dalgıçlar, maske ve palet kullanarak dalarlar sırtlarında hava tüpleri olmazdı. Onun yerine teknede çalışan hava kompresörlerinden basılan hava uzun bir hortum vasıtasıyla dalgıca ulaştırılırdı. Dalgıç hortum vasıtasıyla gelen havayı günümüzde de kullanılan hortumun ucuna monteli hava regülatörü dediğimiz bir aparatla ağızdan alarak solurdu.
**FORMA….. Forma dediğimiz sistemde; ayaklarında demir ayakkabı, üzerinde lastik bir elbise ve kafasında demir bir küre ve bu demir küreye tekneden hortumla hava basılan sistem. Deniz dibinde yürümeyi sağlamak ve olası yaralanmayı da önlemek için, ağır demir (döküm) ayakkabılardan başlayan ve kafasındaki kazana kadar devam eden, tulum şeklinde su geçirmez, lastik takviyeli elbise, dalgıcın boyun kısmında kazan denilen küre biçimindeki, yanlarda ve önünde pencereleri olan başlık ile birleştirilir ve kelebek vidalarla sıkılarak su sızdırmazlığı sağlanırdı. Dalgıç dibe batsın diye beline kurşun ağırlıklar bağlanır tüm bu dalgıç kıyafeti yaklaşık 50 kilogram gelirdi. Dalgıç, kafasına geçirilen başlığın tepesine bağlı olan uzun hortum vasıtasıyla tekneden başlığın içine pompalanan havayı teneffüs eder ve fazla hava başlıktaki supap vasıtasıyla dışarı atılırdı.
***KANGAVA… Deniz dibinden sürütme ağlarla yapılan sünger toplama yöntemi. Teknenin boyu nispetinde altı ile on metre uzunluğunda, demir bir borunun her iki ucuna döner birer demir tekerlek takılır. Bir aracın arkasından gelen römork misali deniz dibinde çekilerek ilerleyen bu tekerlekli aparata, boyu kadar ağzı olan bir ağ torba bağlanır. Bu torbanın alt ucunda yerde sürünerek gelen zincir, üst ucunda da yüzen mantar yaka olur ki torbanın ağzı açık kalsın. Yürüyen teknenin arkasından deniz dibinde ilerleyen bu aparatın arkasından yere sürtünerek gelen zincir, deniz dibinde (düz bir zeminde) bulunan süngerleri yerden kopararak torbaya aktarır. Ağırlaşan torba tekerlekle birlikte tekneye alınarak süngerler toplanır. Bu avlanma şekline “KANGAVA AVCILIĞI” bu işi yapan tekneye de “KANGAVA TEKNESİ denirdi. Günümüzde artık kalmadı. Onları sadece fotoğraflarda görebiliyoruz.