BİR FIRÇA UCU KADAR İNCE
AMA BİR O KADAR HEYBETLİ
Karaköy’ün taş sokaklarına vuran rüzgâr, zeytin ağaçlarının yapraklarını usulca hışırdatırken, sessizliğin içinde bir tuval fısıltısı duyulur.
Bu fısıltı, yaşanmışlığın kokusunu ve rengini toplayan ressam Ibrahim Çiftçioğlu’nun, yıllar boyu biriktirdiği anıları fırça darbelerine dönüştüren derin, sessiz bir şarkı gibidir.
İbrahim Çiftçioğlu, çok uzaklardan, Çorum’un içinden çıkıp Datça’ya varan uzun bir yolculuğun sonunda geldi buraya.
Çocukken, gözlerini kısıp ufka bakarak hayal kurduğu topraklardan, maviliklerin ve dağların buluştuğu bu köye ruhunu getirdi.
Sanatın ve eğitimin kökleriyle büyüdü, fırçanın ucunda yaşamın anlamını aradı.
Gençlik yıllarında, Çorum’un öğretmen okulunda başlayan eğitim yolculuğu onu önce Gazi Eğitim Enstitüsü’ne, ardından Marmara Üniversitesi’ne taşıdı.
Renklerin, biçimlerin ve çizgilerin dilini öğrenirken, aynı zamanda öğrencilerine de bu dili öğretmenin onurunu yaşadı.
Eğitim, onun ruhuna nakşettiği derin bir çizgiydi; her öğrencisinde kendi hayallerinin tohumlarını görmek, fırçanın ucunda yeni hayatlar yaratmaktı.
Yıllar içinde sanatla dolup taşan bir birikimle, ödüller, sergiler ve takdirlerle süslü uzun bir yol yürümüştü. Ancak sonunda, sanatın yalnızca gözlerin değil, ruhun da derinlerine ulaşması gerektiğini anladı. Ve böylece, İstanbul’un kalabalığından uzaklaşarak Datça’ya yerleşti; hayatının her anına işleyen huzuru burada, denizin mavisinde, taş evlerin sarısında ve zeytin ağaçlarının yeşilinde buldu.
Fakat onun buraya getirdiği şey yalnızca fırça darbeleri değildi.
Datça’da Eski Cezaevi’nin kapısından içeri girdiğinde, binanın taş duvarları ona yılların sessiz çığlıklarını fısıldamıştı. Buranın cezaevinden “Demokrasi Evi”‘ne dönüşmesinde ince dokunuşlar yaptı ve kütüphanesiyle, sanatıyla buraya bir ruh kattı.
Yalnızca anıları değil, binlerce kitabı ve düşünceyi de burada bir araya getirdi. Kütüphaneye bağışladığı binlerce kitap, onun bilgiye, sanata ve insana olan inancının izleriydi; her kitap, onun yüreğinden bir parça taşıyordu.
Burası artık yalnızca bir kütüphane değil, zamanın yavaş aktığı, düşlerin ve fikirlerin yankılandığı bir mekân.
Çiftçioğlu buranın sessiz kapısından giren her insanın, kendini kitap sayfalarında ve sanatın yumuşak dokunuşlarında bulmasını arzuluyordu.
Artık cezaevinin duvarları hapis değil, özgürlüğün ve bilgeliğin kapısını aralıyor.
Datça’nın sessiz rüzgârında dolaşan bir sanatçının tuvali gibi Datça’nın eski cezaevi artık İbrahim Çiftçioğlu’nun dokunuşlarıyla yaşanmışlığın, özgürlüğün, sanatın ve bilginin harmanlandığı bir mekân oldu.
İbrahim Çiftçioğlu, yaşadığı coğrafyaya bir fırça ucu kadar ince ama bir o kadar derin izler bırakıyor. Datça’nın taş duvarlarına, zeytin ağaçlarının gölgelerine ve en önemlisi, her köşesine serpiştirdiği kitapların sayfalarına kazıdığı izler, onu bu kasabanın kalbine nakşediyor.
Ve her ziyaret eden, onun ruhunu kitapların arasında, tuvallerin derinliklerinde buluyor; bu bilge sanatçının, Datça’nın hafızasına kattığı o derin izi hissetmeden geçemiyor.
(Yarın Ertuğrul Karslıoğlu)