Kadın, dam dedikleri kerpiç yapının üç beş metre sağ yanında topladıkları çalı çırpıları yakmış kocaman iki taşın üzerine yerleştirdiği sacın üzerinde hazırladığı hamurdan o marifetli elleriyle havada çevirerek açıp yufkalar pişirerek sol tarafındaki örtüye koyuyordu. Ortalık mis gibi yanık un kokmaktaydı. Kilis’e çok da uzak olmayan bir köy eviydi burası. Güneşin karşı dağın ardına inmesine henüz saatler vardı. Uzaktan havalanan esintiyle o bölgedeki çam, kayın, meşe, ardıç kokuları buralara kadar geliyordu. Ateşin karşısına çömelmiş üç, üç buçuk yaşlarındaki Sevilay da durmadan akşama yufka yetiştirmeye çalışan annesine sorular soruyordu:
-Anne bizim kara kuzu ne zaman yavrulayacak?
-….
-Anne, kız anne. Kara kuzunun yavrusu da kara olur mu, yoksa o da ötekiler gibi alacalı, karalı beyazlı mı olur he? Anne… Anne…
-…
-Anne, yandaki Fatma’nın kardeşi Musto (Mustafa) hâlâ altına işiyormuş mu?
-Şey Anne!…
-Akşam da gelip senin yatağını ıslatan Musto muydu kızım?
-Kız birden oturuşunu değiştirdi, başını öne eğdi. Müzip müzip de gülüyordu.
-Yok onu ben işedim! Demez mi. Bir taraftan da gülerek annesinden az geri kaçtı.
-Vay seni yırtık seni. Kendi kıçından çıkana hakim olamıyor da, hanıma komşunun Musto’su dert olmuş. Çekil git başımdan şimdi kırmayayım kafanı.
-Kızma kız anne, akşam çok su içmişim ondan oldu. Ama söz bu akşam yapmam.
Kadın gözlerini belerterek kaşlarını çatıp sert sert Sevilay’a baktı. Kızın yüzündeki gülümseme donuverdi sanki. Başını öne eğerek:
-Anne, vallahi özür dilerim. Hem hiç çocuklar bilerek altına işer mi?
-Sen de o kadar su içmeseydin bayan! Hadi kalk şimdi şu karşıdan bana biraz daha çırpı, o aradaki kalın dallardan da getir. Çabuk ol! Bak akşam oluyor, bunları yetiştirmem lazım. Baban neredeyse işten dönecek.
Sevilay gönülsüzce kalkıp karşıdaki çalı çırpı yığınına doğru giderek bir kucak alıp annesinin yanına bıraktı ve yine hemen karşısına geçerek kaldığı yerden sorularını sormaya başladı:
-Anne benim kaç tane teyzem var. Sahi halam da var ama sadece bir tane değil mi anne, hani Koca Huriye Halam. Öyle değil mi? Dayılarım da var. Dayım, dur bakayım kaç tane. Parmaklarıyla saymaya çalıştı sonra da vaz geçti. “Ooof dayı çok, sayamam şimdi; neyse işte.
-Kızım hadi git biraz oyna sen. Hadi, beni meşgul etme.
-Ama sen de sorularıma cevap vermiyorsun ki? Bak hâlâ kaç teyzem olduğunu söylemedin. Bilmiyorum işte ne yapayım, bilmiyorum.
-Akşam baban gelince ona sorarsın.
-Yok, babama sormam. O böyle sorulara kızıyor. “Hadi git başımdan bakayım!” deyiveriyor. Hem babalara öyle şeyler sorulmaz akıllım.
Sevilay dudağını kıvırarak baktı annesine. Kadın önündeki işiyle meşguldü. Kızına laf yetiştirecek durumda değildi zaten.
Sevilay tekrar kıpırdanarak başladı konuşmaya:
-Hadi kız anne, ne var söylesen. Kaç teyzem var benim?
Kadın elindeki yufkayı yandaki pişenlerin üzerine bırakarak sevimli sevimli karşısında oturan kıvırcık saçlı, zeytin gözlü kızına gülümseyerek baktı: “Ah benim melek yüzlüm teyzelerini dert etmiş de, durmadan anasına soruyormuş. Sen çok mu seviyorsun teyzelerini bakayım? Hem sen onların sayılarını ne yapacaksın ki?
-Şey merak ettim işte ne yapayım.
-Bak kızım, senin üç teyzen, bir de anan var, tamam mı? Tabi Koca Halan da. Kız kıkırdayarak güldü karşısındakine. Kadın devam etti: Büyük olan Sevda teyzen, şu dedesi kılıklı bakkal Hacı ile evlenen salak teyzen.” Kız gözlerini açarak anasının yüzüne bakıyordu. Neden şimdi durup dururken annesi Sevda teyzesine kızmıştı. Neyse, üzerinde durmadı.
-E, sonra. Sonra Elif teyzen, güzel Elif’im. Ama siz onu hiç bilmiyorsunuz. Ben bile yüzünü unuttum. Anamlar, deden Almanya’ya gidince ona bakamadıkları için Elif’imi evlatlık vermişlerdi. O alanlar da bakamamış, sonra getirip yetim çocukların bakıldığı yere bırakmışlar. Bir ara baban ile Rasim dayın sorup araştırmışlar. Ama oradan da bir aile onu evlatlık edinmiş. İşte şimdi onun nerde olduğunu hiçbirimiz bilmiyor. Bir gün karşımıza çıkar mı, çıkarsa ne zaman çıkar ve çıktığında biz onu, o bizi tanır mı bilemem. Derin bir oh çekti kadın içinden; acıyla karışık bir yalaza yükselir gibiydi soluğundan. Göz uçlarında iki damla yaş belirdi, başındaki örtünün ucuyla sildirerek, gülmeye çalışıp. İşte üçüncüsü de ben, yani anan Şermin karı, Mahallenin Şermin Karı’sı.
-E, Keziban teyzemi saymadın ya?
-Doğru, haklısın, bir de Keziban var. O da ayrı bir dangalak. O Kâmil Efendi’nin içkici oğlu Şerif ile evlendi ve evlendiği günden beri gün yüzü görmedi zavallım.
-Peki Şerif eniştem kötü biri mi anne?
-Kötü ya, içip içip dövüyormuş teyzeni.
Küçük Sevilay’ın yüzü kararır gibi oldu. Gelip koyu bir korku oturdu sanki o ufacık çocuk yüreğine.
-Babam seni hiç dövmez değil mi anne?
-Dövmez kızım. Aman Allah korusun, diyerek yanındaki taşa işaret parmağını bükerek, kenarıyla üç kez vurdu.
Kadının kocası Adem’e sevdalandığı günler geldi. Hemen yüreğinde kuşlar uçuşmaya başladı. Ne güzeldi o günler Şermin için. Öyle tutulmuştu ki Adem’e, bir gün görmese, geceleri uyku tutmuyordu. Adem orta boylu, küçük gözlü, kahverengi saçlı, ince uzundu. Ona öyle görünüyordu. “Köyün en akıllısı benim Adem’im” derdi. Yine Şermin’e göre Adem çok güzel konuşur, bir konuyu, bir hikâyeyi çok güzel anlatırdı. Adem konuşurken diğer komşuları ağzına bakarlardı Adem’in. Evlendikleri onca yıl oldu, Şermin’e bir fiske bile vurmamış, bir kez olsun azarlamamış. Zaman zaman bir şeyleri bulamadığında sinirlenir, kendi kendine konuşur dururdu. Fakat ona hiç çatmaz, kızgınlığını karısından çıkarmazdı. Yutkundu, tekrar gülümsedi Şermin. “Benim adamım güzeldir, iyidir; adam gibi adamdır.” dedi içinden.
Sevilay’ın annesi yufkaların tamamını pişirmişti artık. Ateşi elindeki kalınca bir dal ile toparlayarak ezdirip söndürdü, sonra da bir tepside yığılı olan yufkaları eğilip alarak doğruldu kalktı ayağa. Karşı damdan birkaç günlük, henüz yeni doğmuş bir buzağı başını çıkardığı kerpiç damın penceresinden “Möööö!..” diye bağırırken, yan kapıdan da iki oğlak hoplayıp sıçrayarak Sevilay’ın yanına kadar geldiler. Dönüp duruyorlardı kızın çevresinde. Onların ardından, biri koyu kahverengi biri de eli yüzü, kirpikleri bembeyaz iki anaç keçi de avluya çıktılar. Akşamları yem zamanı onlar kendiliklerinden gelir yemlerin döküldüğü tahta yalakların etrafında bekleşirlerdi. Damın sağ köşesinde de tavukların kaldığı bir kümes bulunmaktaydı. Ancak tavuklardan hiç biri dışarıda değildi. Çünkü kadın yufkaları pişirmeden önce onların yemini suyunu vermişti.
Güneşin yarısı karşı dağın ardında yarısı yukarıda kocaman altın bir sini gibi parlıyordu. Şu sığırların konduğu ‘dam’ denilen yapının bitişiğindeki tahtalardan oluşturulmuş kapı açılıp Sevilay’ın babası Adem, omzunda bir çuval, diğer elinde çıkınlarla gülerek içeriye girdi. Bahçe bellemekten (Bahçeyi dürülemek, kazmak) geliyordu adam… Karanlık hafiften çökerken sınıra yakın bölgelerden arada sırada köpek ulumaları ile Kilis’e yakın sınır bölgelerinden de tek tek atılan silah sesleri geliyordu.
Gün bitmek üzereydi artık…