1970’in Eylül ayı olmalıydı; elimizde bavullarımız ve okulun şart koştuğu mandolinlerimizle Gökçeada Öğretmen Okulunda yolumuz kesişmişti, Aydoğan’la.
Ege’nin her yerinden çocuklardık; kimimiz İzmir’den, kimi Afyon’dan kimi de Aydoğan gibi Manisa’nın Muradiye’sinden gelmişti…
Amacımız iyi öğretmen olmak ve sonra da Anadolu’yu aydınlatmaya gitmekti…
***
Okul başladı; aylar geçti, dostluklar, arkadaşlıklar ilerledi.
Yatılı okul hayatında zaman uzun sürer; sabahın yedisinden akşamın onuna kadar. Böylece çoğumuz kütüphaneyle dost olduk; Rus klasiklerini, Türk edebiyatının önemli eserlerini okuduk.
Varlık dergisi ders kitaplarımızdan biri gibiydi…
Aydoğan’la kütüphane arkadaşlığı dostluğumuzu pekiştiren ögelerden biri olmuştu böylece.
O felsefe kitaplarını elinden düşürmez, ben ise Neruda’yı okur Filistin için şiir karalardım.
***
Sonra 1975-76’da mezun olduk, artık Anadolu’yu ‘aydınlatma’ya gidebilirdik.
Öyle de oldu, tayinlerimiz çıktı; benim Sivas’ın Zara’sına, onun ise İmranlı ilçesine…
Ellerimizde bavullarımız, yeniden düştük yollara…
Beş sınıfın aynı odada ders yaptığı sevimli köy okullarında öğretmenlerdik artık.
Nerdeyse iki yılımız buralarda geçti.
Çoğu hafta sonları bir ilçede buluşur; köylerimizi, edebiyatı, şiiri anlatırdık birbirimize.
Pazar öğle üzeri, köylerimizin yolunu tutardık yeniden.
Sonra…
***
Benim Ankara günlerim ve üniversiteye gidişim araya girdi.
Aydoğan ise öğretmenlik için İzmir’e dönmüştü.
Daha sonra da araya 12 Eylül darbesi girdi.
Öğretmenliği bırakmak zorunda kaldım ve ben de İzmir’e döndüm.
Aydoğan’la bu kez Kemeraltı’da buluşuyor; siyaseti, edebiyatı, şiiri konuşuyorduk.
Bir ara Aydoğan, “Dönemeç” dergisinde görev aldı, ben de oraya gidip gelirken Hüseyin Yurttaş’ı, Hidayet Karakuş’u, Ahmet Günbaş ve daha pek çok edebiyatçıyı tanıdım.
Zaman ilerdi…
***
Bu kez 1993’e Sivas’ta 37 aydının yakılması katliamı vardı.
Yakılmak istenenlerin arasında Aydoğan ve eşi Melahat Yavaşlı da vardı.
Tarihin ironisi bu olmalıydı herhalde, öğretmen olarak gidilen yerde yakılmak isteniyorsunuz.
Bu trajedinin içinde İzmir’den edebiyatın önemli adı Hidayet Karakuş ve eşi İclal hocamızı da unutmamak lazım, o da vardı ve şans eseri kurtulanlar arasındaydı.
**
Hayat bu işte, akıp gidiyor, Aydoğan ve eşi o yangından sağ çıkmayı başardılar… İslam’ı savunduklarını söyleyen grup ne yazık ki otele sıkışıp kalan diğer insanları yakmayı “başardı”lar.
Hangi din, hangi vicdan bunu ister/ kabul eder bilemiyorum.
Üstelik bu katliamın özrünü ya da özeleştirisini de kimseden duymadık bugüne değin.
Yazık!
Zaman yaraları sardı, travmaları bir miktar dindirdi…
***
Aydoğan öğretmenliğinin yanına edebiyatı da ekledi; şiir kitapları, onu takiben mizah öyküleri ve sonra da çok sayıda çocuk kitabı yazdı bu arada.
Artık önemli bir yazardı.
Evi Karşıyaka’da, Tarık Dursun’un oturduğu eve yakındı.
Ben ona uğradığımda onun ‘Tarık abisi’ne giderdik.
Tarık Dursun K. yazma sanatının her türlü inceliğinden bize söz eder, “Edebiyatçı olacaksanız bir şeyi yazmanın ötesinde görecek, onu iyi anlatacaksınız…” derdi.
Bazen yazdıklarımıza bakar, “Siz bunu anlatmamışsınız, yazmışsınız!” diyerek eksikliklerimizi yüzümüze söylerdi.
***
Mayısın 16’sıydı, Urla’daydım. Telefon çaldı. Lütfü Dağtaş’tı arayan. Doğrudan, “Aydoğan ölmüş, haberin var mı?” dedi.
Dondum kaldım; kekeledim, gözlerim nemlendi, zar zor “Doğru mu?” diyebildim.
Pencereden baktım, o an deniz uzaktan kıpırtısız, sanki sonsuzluğun ufkunu çiziyordu.
Tek tük martılar, kıyıya yakın tekneler gözüme öyle anlamsız göründü ki…
Sonra apar topar İzmir’e döndüm.
***
Ertesi gün Mayıs 18’de onu çok sevdiği kasabası Muradiye’ye götürdük, babasının yanına.
Camide tabuta yaklaştım, arkadaşım orada ‘huzur’ içinde uyuyordu.
Dokundum, vedalaştık…
Aklıma Tarık Dursun’un anlattığı, şairlerin üstüne düşen yaprak anısı geldi.
Tarık Dursun arkadaşı Tevfik Akdağ’ı İstanbul’da camiden sonsuzluğa uğurlarken anlatıyordu ya: “…Tepemizdeki ağaçtan bir yaprak döne döne aramıza düştü, Ahmet Oktay’ın omuzundan aşağı doğru kaydı…” diye.
***
Kafamı yukarı çevirdim, caminin hemen yanında bir iki zeytin ağacı vardı. Yaprak bekledim, düşer mi diye.
Gökyüzüne baktım, minarenin gölgesinin arasından gri bulutlar gözüküyordu; caminin bahçesindeki uğultu ve ağlama sesleri gökyüzünde yerini dinginliğe bırakmıştı.
Kalabalığın öbür kısmına gittim; İstanbul’dan Bulut Yayınları sahibi Mustafa Bey vardı, Foça’dan Cihan Demirci, Aydın’dan Ahmet Zeki Muslu, Etki Yayınları sahibi Âdem Kargı…
Herkes bir anısını anlatıyordu.
**
Elli yılı aşkın bir zaman geçmiş tanışıklığımızın üzerinden.
Sözünü sakınmayan, hep başka bir dünyanın peşinde, bulduğuyla yetinmeyen bir edebiyat insanıydı benim arkadaşım.
Yazarların kumaşında galiba bu var; ararlar, hiçliği kırmak için çoğul dünyalar kurmak isterler… Tıpkı Tolstoy gibi, başka yazarlar gibi…
Aydoğan da öyleydi…
Ezberleri hep bozandı…
Gün aşırı konuşur, o da yetmez; Karşıyaka ya da Alsancak’ta buluşurduk.
İyi ki böyle bir dostum olmuş.
Şimdi onun bana adadığı “Üçlü Salvo” şiirinden bir bölümle ona veda edelim:
“Ben sahiden uzun masallar anlattım onun gölgesiyle büyüyen gözlerine/ Şimdi başlıyor gösteri/ Bileklerim kesik ama gene de siz çekin/ Çekin şu ipi…”
KAYNAK: https://www.gazeteyenigun.com.tr/makale/20276958/salim-cetin/ben-sahiden-uzun-masallar-anlattim