Geçen gün Cumhuriyet’ten Zeynep Oral, Ferit Edgü’nün ölümü üzerine yazdığı yazıda, “Tam da şimdi Ferit Edgü okumanın zamanı!” diyordu.
Bu yerinde uyarıya kim hayır diyebilir ki!
Çünkü sözü edilen kişi iyi bir edebiyat ustası, öyküleri, denemeleri, aforizmaları, romanları, resim sanatına ilişkin eleştirileri ve şairliğiyle milyonları etkilemiş bir aydın.
1950 kuşağı içinde kendine özgü üslubuyla yer alan büyük bir usta…
Bu yanını Hülya Soyşekerci, “Edebiyat Haber”deki yazısında;
“Edgü, kurguda parçalı yapıyı, dil ve üslupta anlam yoğunluğunu, az sözcükle yazmayı seçen bir yazar” diyerek tanımlıyor.
Devamında “…Yalınlığın içinde inanılmaz bir yoğunluğa” ulaşmasını da onun başka bir ustalık yanına bağlıyor.
***
Tam bunlar yaşanırken yine bu yakınlarda sonsuzluğa uğurladığımız can arkadaşım Aydoğan Yavaşlı’yla olan sohbetlerimiz aklıma geldi.
Aydoğan, nerdeyse her hafta “İz Gazete”deki köşesinde, okuduğu bir romanı tanıtır, okurlarına önerirdi.
Bu romanlar daha çok başka ülkelerin yazarlarından olduğu için ben kendi romanlarımızı biraz öne alması konusunda sitem ederdim, işi tatlıya bağlardık.
Edgü’nün ölümünün ardından bir muhasebe yazısı yazmam gerekince Edgü’nün kült romanı “Hakkâri’de Bir Mevsim”i1 okumadığımı fark ettim.
Yani onca eseri okuyan biri olarak ben, 1967’de yayımlanmış bu yapıtı okumamıştım.
‘Ok attığın yerden vurulmak!’ bu olsa gerek!
Şimdi, Aydoğan hayatta olsaydı herhalde benim bu durumum ikimizi de eğlendirir, mavra yapacağımız bir şeye dönüşürdü.
Öyle ya ‘başkasını eleştirmenin kolaycılığı’na kapılan benim yanlışım ayan beyan ortada duruyordu…
***
Aydoğan’la bir başka konumuz da Halit Ziya’dan başlayıp Refik Halit, Yakup Kadri, Tarık Buğra, Abdülhak Şinasi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ilk romancılarımızı yeniden okumanın gerekliliğiydi.
Dahası Kemal Tahir, Oğuz Atay, Attilâ İlhan, Samim Kocagöz, Cevat Şakir gibi daha onlarca ismi bu ‘okuma listemiz’e katabilirdik.
Bu arada elbette yabancı yazarların eserleri ihmal edilmeyecekti.
Çünkü hepsi ayrı değerdi; hepsi insanı, coğrafyayı en ince ayrıntısına dek başarıyla anlatıyordu.
Bunlarsız fikir yürütmek eksik kalırdı.
Elbette ikimiz de edebiyatın ‘bir ülkenin aynı zamanda sosyal tarihi’ olduğu konusunda hemfikirdik.
***
İşte, 24 Temmuz’da yitirdiğimiz yazar Ferit Edgü’nün gidişi bana bunları tekrar hatırlattı.
Bir büyük edebiyat değerini yitirmenin üzüntüsü size aynı zamanda onun kitaplarını yeniden okuma fırsatı da sunuyor.
Ben de öyle yaptım, ertesi gün koşarak “Hakkâri’de Bir Mevsim”i edindim.
Geç kalmışlığın mahcubiyetiyle bir solukta bitirdim.
Roman, Paris’te eğitiminin büyük bölümünü almış, Varoluşçuluk akımını J. Paul Sartre’ın kahve içtiği mekânlarda tartışmış bir yedek subay öğretmenin, yani Edgü’nün askerlik için 1964’te Hakkâri’nin Pirkanis köyüne gelişiyle başlıyor.
***
Pirkanis dağların arasında bir köy.
Kışın kardan yolların kapandığı, insanların kaçakçılıkla geçindiği; mayın tarlaları, çaresiz hayatlar, hastaneye götürülemeyen bebeklerin hüzünlü ölümlerinin yaşandığı bir coğrafya.
Edgü, romanı; bu köydeki gözlem ve izlenimlerinden yola çıkarak oluşturuyor.
Köydeki insanlar, onların hayatları, eğitim, çocuklar, dağlar, sular, ayışığı, jandarma, baskılar…
Bütün bunlar bir ‘büyülü gerçekçilik’ uslübu içinde anlatılıyor.
Üstelik bu anlatılanlar dizeler biçiminde uzun bir şiiri andırıyor.
Sonuçta anlatılanlar bir köyde olanlar…
***
Oysa aynı tarihlerde Fakir Baykurt’ların, Talip Apaydın’ların, Dursun Akçam’ların üzerine romanlarını yazdıkları bir ‘köy romanı’ gerçeği olduğunu da biliyoruz.
O romanlarda daha çok köy gerçeklerinin dile getirildiği, orada yaşayan insanın iç dünyasının ise derinlemesine anlatılmadığı bir roman biçimi olarak eleştirmenlerce nitelendi bu akım.
Edgü bu eğilimin dışında kalan bir edebiyatçıdır.
Evet köy gerçekleri, coğrafya, ağalara karşı mücadele, olanaksızlıklar…
Ama bu yerellik bir anda Edgü’nün kaleminde evrensel olana evriliyor.
Hakkâri’nin bir köyündeki Halit’in derdi bir anda dünyanın başka bir yerindeki bireyin derdiyle eşleşiyor.
Buradan anlıyoruz ki sıradan cümleler büyük yazarların kaleminde başka bir ‘sihir’e dönüşüyor.
İşte, birkaç örnek:
“Aylardan Temmuz
Gene erken kalkıyorum sabahları.
Gene ilk işim, pencermi açıp gökyüzüne bakmak.
Gene sessizliği yaşıyorum
-senin sessizliğini, kendi sessizliğimi-
Bakıyorum, güneş uçsuz bucaksız karların üstünde yansıyor.
Hiçbir iz yok, hiçbir iz yok, hiçbir- kurtlar inmemiş bu gece, köpekleri salmamışlar.
Sonra, birden (ne oluyorsa yaşamımı değiştiren, ne oluyorsa, ne olduysa, hep birden oluyor) bir atlı, karlara bata çıka ilerliyor;
Bana mı geliyor, benden mi uzaklaşıyor, belli değil.
Sonra öyle bir yaklaşıyor, öyle bir yaklaşıyor ki
Bakıyorum pupa yelken bir tekne bu.
İşte o zaman geçmişimi ve sende geçirdiğim günleri ansıyıp oturuyorum masamın başına.”2
Büyülü bir masalda mısınız yoksa sarp kayaların arasında bir köydeki gerçeklerlerin katılığı mı sizi saran…
Galiba ikisi at başı gidiyor.
Ben çok sevdim…
***
Askerlik bitiyor, kahramanımız köyden ayrılacaktır.
“…ben gidiyorum, sizden giderayak bir şey isteyeceğim. Bütün öğrettiklerimi unutun. (…) Size hayat bilgisi verdim ama hayatın gerçek bilgisini uzaklarda; mahpusluklarınızda, askerliğinizde öğreneceksiniz.” diyen Edgü’yü görüyoruz.
Yazar artık başka coğrafyalara açılacaktır.
Şimdi ben “Hakkâri’de Bir Mevsim”den sonra “Çığlık”3 adlı öykü kitabına başladım bile.
Sonra diğerleri…
Belli ki hepsini okuyacağım.
Sevgili can arkadaşım Aydoğan’a buradan selam ediyorum; sen gidince de sorunlar bitmedi, belki başkaları için “iğnenin deliği” kadar önemsiz olan şeyler, gördüğün gibi bizim için ‘mesele’.
Bilmiyorum siz oralarda neleri tartışıyorsunuz. Bizim halimiz şimdilik böyle…
……………..
1 Hakkâri’de Bir Mevsim, Ferit Edgü, roman, Everest Yayınları, 2024
2 agy, s.12
3 Çığlık, Ferit Edgü, öykü, Can Yayınları, 2007
KAYNAK: https://yenigun.com/makale/21331641/salim-cetin/ferit-edgunun-gidisi-bizim-aydoganla-tartismalarimiz